Arkadaşlarının alkışları arasında Ceyda'ya yardım ederken, bana doğru bir bakış attı. Vücudum titriyor, rimelim yüzümden siyah nehirler gibi akıyordu.
"Hayatın artık benim sorunum değil," dedi, sesi içinde boğulduğum su kadar soğuktu.
O gece, içimde bir şeyler nihayet paramparça oldu. Eve gittim, laptopumu açtım ve kabulümü onaylayan butona tıkladım.
Onunla birlikte Koç'a değil, ülkenin öbür ucundaki Boğaziçi Üniversitesi'ne.
Bölüm 1
Elif'in Ağzından:
Can'ı doksan dokuzuncu kez kalbimi kırdığında, bu son oldu.
İzmir Fen Lisesi'nin gözde çifti olmamız gerekiyordu. Elif Acar ve Can Işık. Kulağa ne kadar da hoş geliyordu, değil mi? İsimlerimiz, onun arka bahçesinde ağaç evler yaparken tanıştığımız çocukluk günlerimizden beri okulun efsaneleri arasına kazınmıştı, adeta tek bir nefeste söylenirdi. Biz çocukluk aşkıydık; okul takımının oyun kurucusu ve dansçı kız, lise krallığının yürüyen, konuşan bir klişesiydik. Geleceğimiz kusursuzca çizilmiş bir harita gibiydi: mezuniyet, sahil kenarında ateş başında geçecek bir yaz ve ardından Koç Üniversitesi'nde yan yana iki yurt odası. Mükemmel bir plan. Mükemmel bir hayat.
Can, herkesin etrafında döndüğü bir güneşti. Sadece o kaygısız, çarpık gülümsemesi ve açık bir günde Ege kıyılarının rengindeki gözleriyle yakışıklı olduğu için değil. Dünyayı fethetmek için doğru anı bekleyen, kibire varan rahat bir özgüvenle hareket ederdi. Bu küçük evrenimizin kralıydı ve ben de isteyerek onun kraliçesiydim.
Geçmişimiz, paylaşılan anlardan örülmüş bir kilim gibiydi. İlk adımlar, ilk kelimeler, ilk büyük zaferinden sonra tribünlerin altında ilk öpücükler. Kaşının üzerindeki yaranın yedi yaşındayken bisikletten düşmesinden kaldığını biliyordum, o da gergin olduğumda mırıldandığım melodinin anneannemin söylediği bir ninniden geldiğini bilirdi. Birbirimize dolanmıştık, köklerimiz o kadar derine inmişti ki ayrılma düşüncesi bir ağacı topraktan sökmek gibi hissettiriyordu.
Sonra, son sınıfta, o mükemmel harita yırtıldı.
Adı Ceyda'ydı, her duruma uygun bir hikayesi ve ceylan gibi iri gözleri olan bir nakil öğrenci. İnsanların onu koruma isteği uyandıran, kırılgan, porselen bebek gibi bir güzelliği vardı.
Müdür, Sayın Davut, Can'ı odasına çağırmıştı. "Can, sen bu okulun liderisin," demişti ciddi bir sesle. "Ceyda burada yeni, alışmakta zorlanıyor. Ona etrafı gezdirmeni, hoş karşılandığını hissettirmeni istiyorum."
Can o gün bana bunu anlatırken yatağıma yığılıp yüzünü yastıklarıma gömerek inlemişti. "Bir angarya daha. Sanki yeterince işim yokmuş gibi."
"Sadece iyi davran," demiştim, parmaklarımı saçlarının arasında gezdirerek. "Göz açıp kapayıncaya kadar biter."
Ne kadar da saftım.
Her şey küçük başladı. Ceyda kütüphaneye giderken "kaybolduğu" için ders çalışma seanslarımızı kaçırırdı. Sonra öğle yemeği buluşmalarımıza geç kalırdı çünkü Ceyda'nın, onun zaten uzmanı olduğu bir matematik probleminde "yardıma ihtiyacı" olurdu.
Özürleri başlangıçta samimiydi, "görevinin" getirdiği bıkkınlıkla doluydu. Kollarını bana dolar, alnımı öper ve "Üzgünüm, Elif'im. O sadece... başa bela," diye fısıldardı.
Ama "başa bela" hızla onun önceliği haline geldi. Özürler kısaldı, sonra umursamaz omuz silkmelere dönüştü. Telefonu onun adıyla titrer, o da konuşmak için uzaklaşır, beni soğuyan yemeklerimizle baş başa bırakırdı.
İlk kez ayrılmakla tehdit ettiğimde sesim titriyor, ellerim terden sırılsıklam olmuştu. "Artık bunu yapamıyorum, Can. Sanki seni paylaşıyormuşum gibi hissediyorum."
Beti benzi atmıştı. O gece pencereme en sevdiğim zambaklardan bir buketle geldi, gözleri on beş yaşındayken beni kalabalık bir AVM'de kaybettiğini sandığı zamanki paniğiyle doluydu. Bunun biteceğine, tek kişinin ben olduğuma yeminler etti.
Ona inandım.
İkinci kez, yıl dönümü yemeğimizi Ceyda'yı bir arkadaşının evinde unuttuğu çantasından ibaret olan bir "aile acil durumuna" götürmek için ektiğinde, tehdidim daha sertti. "Bitti, Can."
Bu seferki özrü, vaatler ve ortak geçmişimizin anılarıyla dolu, uzun, içten bir mesajdı. Bana Koç hayalimizi, sahil kenarında kiralayacağımız daireyi hatırlattı.
Yine pes ettim.
Onuncu, yirminci, ellinci sefere geldiğimizde, bu mide bulandırıcı, yorucu bir dansa dönüştü. Bir zamanlar gerçek acıdan doğan tehditlerim, boş yakarışlar haline geldi. Ve Can, öğrendi. Tehditlerimin boş olduğunu öğrendi. Her zaman orada olacağımı, onsuz bir dünya hayal edemeyeceğimi öğrendi.
Kibri pekişti. Acım bir rahatsızlık, gözyaşlarım çocukça bir öfke nöbeti oldu. Masanın altından Ceyda'ya mesaj atarken, "Elif, sakin ol," derdi sıkılmış bir tonda. "Bir yere gitmeyeceğini biliyorsun."
Haklıydı. Gitmemiştim. Bu geceye kadar.
Doksan sekizinci kalp kırıklığı bir hafta önce gelmiş, ağzımda kalıcı, acı bir tat bırakmıştı. Ama bu, doksan dokuzuncusu, farklıydı. Umudumun son kırıntısının halka açık bir infazıydı.
Mert'in evinde bir mezuniyet partisiydi, o geniş arka bahçeli, üzerindeki ışık dizilerini yansıtan pırıl pırıl mavi havuzlu olanlardan. Ceyda, gülünç derecede kısa bir elbiseyle Can'ın koluna yapışmış, onun söylediği bir şeye biraz fazla yüksek sesle gülüyordu.
Bahçenin karşısından onları izlediğimi gördü ve gözlerime baktı. Gözlerinde ne bir özür ne de bir suçluluk vardı. Sadece soğuk, meydan okuyan bir bakış.
Daha sonra, havuzun kenarında "yanlışlıkla" tökezledi ve düşerken beni de içeri çekti. Soğuk su bir şok etkisi yarattı, elbisem anında ağırlaştı, beni aşağı çekti. Kaygan zeminde ayağa kalkmaya çalışarak öksürüyordum. Ceyda dramatik bir şekilde çırpınıyor, yardım çığlıkları atıyordu.
Can bir an bile tereddüt etmeden suya atladı. Ama yanımdan yüzerek geçti. Kollarını Ceyda'ya doladı, onu havuzun kenarına çekti ve sadece birkaç metre ötedeki kendi çırpınışlarımı görmezden geldi.
Arkadaşları alkışlarken Ceyda'ya yardım ederken, bana doğru bir bakış attı. Saçlarım yüzüme yapışmış, vücudum titriyordu.
"Hayatın artık benim sorunum değil," dedi, sesi içinde boğulduğum su kadar soğuktu.
Kendimi sudan çıkarmayı başardım, kıyafetlerimden sular süzülüyor, rimelim yanaklarımdan siyah nehirler gibi akıyordu. Orada, sırılsıklam ve aşağılanmış bir halde dururken, o meşhur okul ceketini gayet iyi durumdaki Ceyda'nın omuzlarına sardı.
Doğruca yanlarından, sınıf arkadaşlarımızın acıyan ve alaycı bakışlarının arasından geçip gittim. Tek kelime etmedim.
Eve doğru yürürken boş sokağa, "Bitti," diye fısıldadım, kelimelerin tadı kül gibiydi.
Bana inanmadı tabii. Muhtemelen bunun yorgun, eski dansımızın bir başka dönüşü olduğunu düşündü. Muhtemelen bir iki gün içinde ağlayarak geri dönmemi bekliyordu.
Beni takip bile etmedi. Bir kez arkama baktım ve onu gülerken gördüm, kolu hala Ceyda'nın etrafındaydı.
İçimde bir şey, yıllardır tutunduğum o kırılgan, yıpranmış şey, nihayet toza dönüştü. Gürültülü bir patlama değildi. Sessiz, son bir çatırtıydı.
Doksan dokuzuncu kez.
Yüzüncüsü olmayacaktı.
Eve vardığımda kıyafetlerim hala nemliydi, antrenin mermer zemininde bir su izi bırakıyordum. Doğruca laptopumun başına gittim, parmaklarım yabancı bir netlikle hareket ediyordu. Koç Üniversitesi öğrenci portalını açtım, kalbim göğsümde donuk, sabit bir davul gibi atıyordu. Sonra başka bir sekme açtım. Boğaziçi.
Parmaklarım klavyede uçuştu. Başvuru durumuma gittim, kabul mektubum ekranda parlıyordu. Bir buton vardı: "Boğaziçi'ne Kaydını Onayla."
Ailemin yakın zamanda New York'a taşınma kararı, üzerinde uzun süredir düşündükleri bu hamle, birdenbire evrenden bir işaret gibi geldi. Benim Koç'a gitmemi, yakın kalmamı istemişlerdi ama seçimin her zaman benim olduğunu söylemişlerdi.
Butona tıkladım.
Bir onay sayfası belirdi. "Boğaziçi Üniversitesi 202X Sınıfına Hoş Geldiniz."
Ekrana baktım, kelimeler ani bir gözyaşı perdesinin ardından bulanıklaştı. Ama bunlar kalp kırıklığı gözyaşları değildi. Korkutucu, heyecan verici bir özgürlüğün gözyaşlarıydı.
Sonra, onu silmeye başladım. Telefonumdan, laptopumdan, bulut depolama alanımdan fotoğraflarını sildim. Sosyal medyadaki yılların fotoğraflarından kendimi etiketini kaldırdım. Duvarlarımdaki çerçeveli resimleri, artık tanımadığım bir çocuğun ve artık var olmayan bir kızın gülen yüzlerini indirdim.
Bana verdiği her şeyi topladım: her zaman giydiğim okul takımı sweatshirt'ü, lise birinci sınıftan kalma karışık kasetler, ilk mezuniyet balomuzdan kalma kurutulmuş yaka çiçeği, üzerinde baş harflerimizin kazılı olduğu küçük gümüş madalyon. Her bir eşyayı, her biri ölü bir anının küçük bir hayaleti olan her şeyi bir karton kutuya koydum.
Kutu olması gerekenden daha ağır hissettirdi. Bütün çocukluğumun ağırlığını taşıyordu.
Son eşya, on yaşındayken bir panayırda benim için kazandığı küçük, yıpranmış bir oyuncak ayıydı. Bir anlığına onu tuttum, yıpranmış kürkü yanağımda yumuşaktı. Neredeyse vazgeçecektim.
Sonra havuz kenarındaki soğuk gözlerini hatırladım. *Hayatın artık benim sorunum değil.*
Ayıyı kutuya attım ve kapağını bantladım.