Sonunda bana çocukken verdiği sözün bir yalan olduğunu anladım. Ben onun ailesi değildim. Onun malıydım.
On yıllık bağlılığın ardından, ona olan aşkım nihayet küle döndü.
Bu yüzden onun doğum gününde, yeni geleceğini kutladığı o gün, altın kafesinden temelli çıktım.
Beni gerçek babama, yani en büyük düşmanına götürmek için özel bir jet bekliyordu.
Bölüm 1
Sera'nın Ağzından:
Hayatımın bittiğini, Demir Karahan'ın başka bir kadınla nişanlandığını duyurduğu gün öğrendim.
Bu, Karahan malikanesinin görkemli, boş koridorlarında bir fısıltı değildi. Gecenin bir yarısı sessiz bir itiraf da değildi. Telefonumun ekranında beliren, mermer tezgahın üzerinde can çekişen bir böcek gibi vızıldayan bir haber uyarısıydı; keskin ve kara bir manşet.
*Demir Karahan, İstanbul'un En Güçlü Ailesinin Babası, İki Suç İmparatorluğunu Birleştirmek İçin İpek Velioğlu ile Evleniyor.*
Kelimeler bulanıklaştı. Dünyam elimdeki telefona daraldı, soğuk ağırlığı inançsızlık denizinde ani, şok edici bir çapa oldu. Bu bir hata olmalıydı. Bir güç gösterisi. Bir düşmanı ortaya çıkarmak için tasarlanmış bir yalan. Gerçek olamazdı.
Çünkü Demir benimdi.
Sekiz yaşımdan beri benimdi. Yangını hatırlıyorum, ciğerlerimi dolduran keskin duman ve korku kokusunu. Rona ailesi, benim ailem, paramparça ediliyordu ve ben sadece geride bırakılmış bir enkaz parçasıydım. Sonra alevlerin arasından o belirdi, on altı yaşında, yönettiği dünya kadar karanlık ve affetmez gözleri olan bir çocuk. Kendi vücudunu benim üzerime atarak beni sıcaktan ve duvarlara sıçrayan kandan korudu.
Saçlarıma doğru fısıldamıştı, sesi sert ama kararlıydı. "Artık güvendesin. Sen artık bir Karahan'sın."
On yıl boyunca bu söz benim dinim olmuştu. Mermer zeminler ve sessiz, gözlemci korumalarla dolu bu altın kafeste, Demir benim tanrımdı. On yaşımdayken kabuslarım bitmediği için bana bir gece lambası alan oydu, yumuşak, sarsılmaz bir parıltı yayan küçük seramik bir kedi. "Canavarları uzak tutar," demişti, büyük eli onu prize takarken nazikti.
Canavar oydu, elbette. Bunu biliyordum. Bütün dünya biliyordu. Ama o benim canavarımdı ve diğer tüm canavarları benden uzak tutuyordu.
Sonra, on yedinci yaş günümde, benim konumumdaki bir kızın yapabileceği en aptalca şeyi yaptım. Ona bir mektup yazdım. Beceriksiz, içten cümlelerle dökülmüş, dramatik, ergen bir etki için kendi kanımdan bir damla ile lekelenmiş bir itiraf. Ona onu sevdiğimi söyledim.
Mektubu, çalışma odasının dışındaki çöp kutusunda binlerce küçük parçaya ayrılmış halde buldum. O gece beni kütüphanede köşeye sıkıştırdı, vücudu beni deri ciltli kitapların olduğu bir rafa hapsetti. Gözleri, bana yöneldiğini hiç görmediğim bir öfkeyle alev alev yanıyordu.
"Sakın beni sevme, Sera," diye hırlamıştı, sesi alçak, tehlikeli bir gürlemeydi. "Beni seversen ölürsün. Anladın mı?"
Anlamıştım. Ama ona inanmamıştım. Bu bir test gibi gelmişti. Beni korumanın başka bir çarpık yolu.
Şimdi, yanında gülümseyen İpek Velioğlu'nun yüzüne bakarken, eli sahiplenircesine onun kolundayken, biliyordum. Bu bir test değildi. Bu bir kehanetti.
Onu o akşam malikaneye getirdi. Onlar içeri girdiğinde ben büyük merdivenlerde duruyordum. İpek benim olmadığım her şeydi; uzun boylu, kendinden emin, savaş vaat eden keskin, güzel hatlara sahipti. Sanki buranın sahibiymiş gibi hareket ediyordu.
Demir'in gözleri benimkileri buldu. Ne bir sıcaklık ne de bir özür vardı. Sadece düz, soğuk bir emir.
"Sera," dedi, sesi devasa antrede yankılandı. "Bu İpek. Ona Karahan ailesinin gelecekteki hanımı olarak hitap edeceksin."
Kelimeler fiziksel bir darbeydi. Hanım. Olması gereken unvan...
İpek'in gülümsemesi bir silahtı. "Demir'in kafesinde bu kadar güvenle sakladığı küçük kanaryayla nihayet tanışmak bir zevk."
Ellerim buz kesti. Her korumanın, her hizmetçinin gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Kan bağıyla bir Rona'ydım, hayırseverlikle bir Karahan. Düşmanlarının enkazından topladığı bir sokak köpeği. Ve şimdi, gerçek kraliçe tahtını talep etmeye gelmişti.
O gece, yatak odama kilitlenmiş halde, yansımama baktım. Soluk altın rengi saçlarım belime kadar dökülüyordu. Demir saçlarımı her zaman severdi. Bir keresinde bana dünyasındaki tek saf şeyin bu olduğunu söylemişti.
Banyoma yürüdüm, bahçedeki çiçek saplarını kesmek için kullandığımız makası buldum ve o saf, altın rengi saçtan kalın bir tutamı elime aldım.
Kırt.
Soğuk fayans zemine düştü, ölü bir şey.
Kırt. Kırt. Kırt.
Kulaklarımın etrafında düzensiz, pürüzlü parçalar halinde kesilene kadar durmadım. Vahşi görünüyordum. Mahvolmuş.
Balkonuma çıktım, soğuk gece havası yeni açığa çıkan boynumu ısırdı. Ceketimin gizli bir cebinden, korumalardan birinden çaldığım bir sigara çıkardım. Onu yakarken ellerim titriyordu, alışılmadık dumanın acısı boğazımın arkasına vurdu. Öksürdüm, gözlerim yaşardı.
Artık saf değildim. Artık onun değildim. Ben bir hiçtim. Ve hiçbir şeyin olmadığında, kaybedecek hiçbir şeyin kalmaz.
Bir nefes daha çektim, dumanın beni doldurmasına izin verdim ve affetmez İstanbul siluetine bir söz verdim. Buradan çıkacaktım. Ya da denerken ölecektim.