Ama sonra onu gördüm. Ailelerinin üzüm bağında, o yeni ve meşhur oyuncu sevgilisi Beren, bir sarmaşık gibi ona yapışmıştı. Arda alaycı bir şekilde sırıttı, tam önümde kızı tutkulu bir öpücüğe çekti ve davetiyemi uzattığımda küçümseyerek güldü. Davetiyeyi paramparça ederken, bunun onun dikkatini çekmek için yaptığım "acınası bir numara" olduğunu söyledi.
O andan itibaren, Beren'in manipülatif oyunlarıyla körüklenen zalimliği hiç dinmedi. Havuz partilerinde, gelinliğimin son provasında, nişanımla alay ettiler, yalanlar uydurdular, hatta Beren'in bana fiziksel olarak zarar vermesine bile göz yumdular. Arda her suçlamaya, her sahte hıçkırığa inandı, beni yaralı ve aşağılanmış bir halde bıraktı. "Kes şu tiyatroyu, Asya," diye homurdanmış, kanayan kolumu görmezden gelip ufacık bir sıyrık için Beren'i kucaklayarak götürmüştü. Üvey ailem ise mükemmel aile imajlarını korumak adına bu işkenceyi sessizce onaylıyordu.
Bir zamanlar beni koruyan o çocuk nasıl bu kadar soğuk, kalpsiz bir yabancıya dönüşebilirdi? Onu unuttuğuma neden inanmayı reddediyordu? Her zalimliği, her umursamazlığı, gömmek için çaresizce çırpındığım bir aşkın acısını daha da derinleştiriyordu. Onunla olan geçmişim, bitmek bilmeyen bir kâbus gibiydi.
Düğün günümde, törenden hemen önce, yine Beren'in sahte acil durumu için beni terk etti. Bu işi sonuna kadar götüremeyeceğime emindi. Ama arabası uzaklaşırken, içime sessiz bir kararlılık yerleşti. Onun bu son terk edişi, benim gerçek kurtuluşumdu. Sonunda özgürdüm. Ve bir daha asla üzerimde bir gücü olmayacaktı.
Bölüm 1
Üç yıl.
Floransa'da, o altın kafeste geçen tam üç uzun yıl.
Arslanoğulları beni net bir emirle yollamıştı: "Arda'yı kalbinden tamamen söküp atmadan geri dönme."
Üvey annem ve babam, Turgut ve Jale Arslanoğlu. Yüzleri asık, sözleri buz gibiydi.
On sekizimde, oğulları, yani üvey abim Arda'ya olan aşkımı itiraf ettiğimde dehşete düşmüşlerdi.
Arda. Beni zalimce reddetmişti. "Yakışıksız," demişti buna.
Şimdi Urla'daydım, onların o uçsuz bucaksız malikânesinde.
Elimde ise krem rengi, şık bir nikâh davetiyesi tutuyordum.
Benim nikâh davetiyem.
Adımlarım ölçülü, kalbim göğsümde gümbür gümbür atarak bağ evinin çardağına doğru yürüdüm.
Bu ilk adımdı.
Onu unuttuğumu kanıtlamak zorundaydım.
Çardak tam da hatırladığım gibiydi, güneş ışıkları asma yapraklarının arasından süzülüyordu.
Arda oradaydı.
Ve yalnız değildi.
Yükselen oyuncu Beren Akay, onun yeni ve herkesin dilindeki sevgilisi, yanındaydı.
Ona yapışmış, dramatik bir sesle, "Ah, Arda, seni o kadar çok seviyorum ki," diyordu.
Durdum.
Arda beni gördü. Dudaklarına alaycı bir gülümseme yayıldı.
Beren'i derin, tutkulu bir öpücüğe çekti.
Tam gözümün önünde.
"Tamam, Beren," dedi sesi yankılanarak, "seninim."
Yakınlarda içkileriyle oturan arkadaşları Mert ve Can ıslık çaldı.
Mert bana baktı, gözleri bariz bir eğlenceyle parlıyordu.
"Vay vay vay, bakın kimler dönmüş."
Can lafa girdi: "İtalya'da dersini aldın sanmıştık, Asya."
Kahkahaları çınladı. Utanç sıcak bir dalga gibi yüzüme vurdu ama bastırdım.
Arda sonunda soğuk gözlerini bana çevirdi.
"Asya. Ne işin var burada?"
Sesinde ne bir sıcaklık ne de paylaştığımız yıllara, aramızda olduğunu sandığım bağa dair bir iz vardı.
Hissetmediğim bir sakinliği takındım.
"Seni unuttum, Arda. Tamamen."
Sesim şaşırtıcı derecede istikrarlıydı.
"Seni düğünüme davet etmeye geldim."
Davetiyeyi uzattım.
Elimden hışımla kaptı, gözleri aniden alevlenen vahşi bir öfkeyle parlıyordu.
"Düğün mü?" Kelimeyi tükürür gibi söyledi. "Bu saçmalığa inanmamı mı bekliyorsun?"
Parmakları sıkılaştı ve sonra davetiyeyi paramparça etti.
Krem rengi karton parçaları aramızda yere süzüldü.
"Bu acınası numaranın dikkatimi çekeceğini mi sanıyorsun?" diye küçümsedi. "Hiç değişmemişsin, Asya."
Nefesim kesildi ama yerimde dimdik durdum.
"Bu bir numara değil, Arda."
Öfkeli bakışlarına karşılık verdim.
"Kaan Soykan'la evleniyorum."
İsim havada asılı kaldı. Kaan. Koç Üniversitesi'nden en yakın arkadaşı.
Arda'nın yüzünden, tekrar sertleşmeden önce, anlaşılamayan bir ifade geçti.
Zihnim istemeden geriye gitti.
Koruyucum Arda.
İlkokulda beni zorbalardan korurken, küçük eli elimi sıkıca kavramıştı.
Abartılı doğum günü hediyeleri. On altıncı yaş günüm için kıpkırmızı, pırıl pırıl bir klasik BMW.
Sırf bir Monet tablosunun baskısını beğendim diye beni bir hafta sonu için Paris'e uçurmuştu.
On sekizinci yaş günüm. Şampanya köpükleri burnumu gıdıklıyordu. Sarhoştum, gülüyordum.
Arda kolunu belime dolayarak odama çıkmama yardım etmişti.
Emin gibiydim, o an eğilip dudaklarının bir anlığına benimkilere değdiğine çok emindim.
Sandal ağacı ve bergamot kokusu başımı döndürmüş, tüm duyularımı sarmıştı.
Ertesi gün, o hayalet öpücükten ve yılların gizli özleminden cesaret alarak itiraf etmiştim.
Ona onu sevdiğimi söylemiştim.
Yüzü taşa dönmüştü.
"Asya, bu imkânsız. Biz aileyiz."
Her kelime bir balyoz darbesiydi.
Kalbim kırık bir halde o gece tekrar sarhoş oldum, çaresizce onu aradım.
Ona yapıştım, onu öpmeye çalıştım, bir şeyler hissettiğini itiraf etmesi için yalvardım.
Görünür şekilde sarsılmıştı, elleri yanlarında yumruk haline gelmiş, çenesi kasılmıştı.
Ama beni itti. Kararlılıkla. Sonunda.
Ertesi sabah, Jale Arslanoğlu mermer bir heykel gibi ifadesiz bir yüzle Floransa'ya gideceğimi duyurdu. Derhal.
Ültimatom verilmişti.
Üç yıllık sürgün.
"Kaan, ha?" Arda'nın keskin ve zalim sesi beni şimdiki zamana, ayaklarımın dibindeki yırtık davetiye parçalarına geri çekti.
"Ne kadar da uygun."
Buz parçaları gibi gözleriyle bana baktı.
"Defol git, Asya."
Beren'i daha da yakınına çekti, kolunu sahiplenircesine omuzlarına doladı.
"Ve Beren'den uzak dur."
Ona döndü, sesi yumuşadı, "Gece için İstanbul'daki evime gidiyoruz."
Mert bağırdı. "Balayına erken mi başlıyorsun, Arda?"
Beren kıkırdadı, bana doğru zafer dolu, acıyan bir bakış attı.
Acı tanıdık bir sızıydı, hiç tam olarak geçmeyen boğuk bir zonklama.
Arkamı dönüp yürüdüm, Arda'nın arkadaşlarının kahkahaları bir sırtlan sürüsü gibi beni takip etti.
Sarsılmış bir halde kiralık arabanın anahtarlarını aradım.
Ellerim titriyordu.
Arslanoğlu malikânesinden ayrıldım, çakıllar lastiklerin altında gıcırdadı.
Görüşüm hafifçe bulanıklaştı. Dalgınlıkla, ıssız bir yolda bir kaldırıma çarptım.
Mide bulandırıcı bir güm ve araba sarsıldı.
Lastik patlamıştı. Tabii ki.
İnip işe yaramaz lastiğe baktım.
Tam o sırada, siyah, lüks bir cip hızla yanımdan geçti. Arda'nın cipi.
Beren'in beni işaret ettiğini gördüm. "Arda, o Asya değil mi?" sesi zayıf ama duyulabilirdi.
Arda bana doğru baktı, yüzü bu mesafeden okunmuyordu.
Sonra gaza bastı, cip bir virajın arkasında kayboldu.
"Bırak kendi başının çaresine baksın," dediğini duyar gibiydim, sesinde o tanıdık küçümseme vardı. "Hep bir drama peşinde."
Tanıdık bir acı saplandı, keskin ve derin. Yavaşlamamıştı bile.
Yolda kalmış üvey kardeşine bir araba teklif etmeyecekti bile.
Bir zamanlar onun dünyası olduğunu sanan kardeşine.
Arabaya yaslandım, tamamen yenilmiş hissediyordum.
Telefonum çantamda vızıldadı.
Çıkardım. Kaan'dan bir mesaj.
Asya, aklım sende. Umarım her şey yolunda gitmiştir. Müsait olunca ara. Seni görmek için sabırsızlanıyorum.
Dudaklarıma küçük, tereddütlü bir gülümseme yayıldı.
Kaan. Sadık, ilgili Kaan.
O benim geleceğimdi.
Öyle olmak zorundaydı.
Derin bir nefes aldım, Arda'nın uzaklaşan cipinin görüntüsünü zihnimden sildim.
Bir çekici arayacaktım. Bunu halledecektim.
Artık Arda Arslanoğlu'nun ezebileceği kalbi kırık kız değildim.
Ben Asya'ydı, yakında Asya Soykan olacaktım.
Ve iyi olacaktım.
Olmak zorundaydım.