Uğruna gecelerce ağladığım, Can'ın solgun fotoğraflardan hayranlıkla baktığı cesur babası, benim Mert'im, hayattaydı.
Bir kahraman olarak ölmemişti; kendi ölümünü tezgâhlamış, bizim onun gittiğine inanmamıza izin vermiş, ben tek başıma çırpınırken o, ölen ikiz kardeşinin kimliği altında rahat bir yalan yaşıyordu.
Taşıdığım yas, bir anıya adadığım sarsılmaz sadakat, beynimi yakan, kor gibi bir öfkeye dönüştü.
O sadece bir yalancı değildi; borçları ve başka bir aileyi kendi canına, kanına tercih eden bir korkağın tekiydi.
Hayatımın üç yılı, onun canavarca bir aldatmacası üzerine kurulmuş, zalim, ayrıntılı bir şakaydı.
O evden, o yalandan uzaklaşırken tek bir şeyi tüm netliğiyle biliyordum: Bir hayalet için bir günümü daha harcamayacaktım.
Geçmişi yakıp kül etme ve Can ile kendim için bir gerçek inşa etme zamanı gelmişti, bu bir zamanlar kutsal saydığım her şeyi ateşe vermek anlamına gelse bile.
Bölüm 1
Üç yıl.
Depo yangınının Mert'i, benim Mert'imi yutmasının ve geriye küllerle bir kahramanlık madalyasından başka bir şey bırakmamasının üzerinden tam üç yıl geçti.
Oğlumuz Can o zamanlar sadece üç yaşındaydı, şimdi altı yaşında; itfaiyeci babasını sadece solgun fotoğraflardan ve benim gözyaşlarına boğulmuş hikayelerimden tanıyan küçük bir çocuk.
Küçücük dairemizi elimizde tutabilmek, Can'ın ayağına uyan ayakkabılar alabilmek için lokantada vardiyalı çalışıyordum; üzerime sinen bayat kahve ve yanık yağ kokusuyla.
Annemle babam, Mert'in anne ve babası, onlar iyi insanlardı; her zaman bir tabak yemekle ya da Can'a bakma teklifiyle yanımdaydılar.
Ama gözlerinde sürekli bir yalvarış vardı: "Elif, artık önüne bak, zamanı geldi."
Yapamıyordum. Mert benim hayatımdı, o hayattan geriye kalan tek şey onun anısıydı.
Her gece onun eski oduncu gömleğini giyerek yatıyordum; kokusu çoktan uçup gitmiş, yerini yumuşatıcı ve kendi yalnızlığımın belli belirsiz kokusuna bırakmıştı.
Bugün yıl dönümüydü, üçüncüsü.
Kasabanın havası bu günlerde hep daha ağır olurdu, sanki bir matem örtüsü gibi.
Mert'in ailesi Aydınlara uğrayacağıma söz vermiştim.
Can annemdeydi, anneannesini ve dedesini bir daha ağlarken görmesine gerek yoktu.
Külüstür sedanımı onların araba yoluna park ettim, bahçelerindeki tanıdık meşe ağacı sonbahar yapraklarını döküyordu.
Ön kapı hafif aralıktı, içeriden her zamankinden daha yüksek sesler duyabiliyordum.
Bay Aydın'ın sesi, öfkeyle gerilmişti: "Kumar borçları olan Cem'di, o yangında ölen Cem'di!"
Elim kapı kolunda donakaldı. Cem mi? Mert'in ikizi mi?
Sonra başka bir ses, daha derin, gergin, bildiğim bir ses, yasını tuttuğum bir ses.
"Yapmam gerekeni yaptım! Selin için, bebek için!"
Kanım dondu. Bu Cem'in sesi değildi. Cem'in sesi daha tiz, daha yumuşaktı.
Bu Mert'ti.
Bay Aydın tekrar bağırdı, sesi çatlıyordu: "O tefecilerden kaçmak ve Selin'i 'korumak' için onun adını aldın Mert, ama ya Elif? Ya babasının öldüğünü sanan kendi oğlun Can ne olacak?!"
Mert.
Hayattaydı.
Benim Mert'im.
Ayağımın altındaki zemin yok oldu sanki, dünya yalpaladı, kulaklarımda bir uğultu başladı.
Kocam, kahraman itfaiyeci, ölmemişti. Benim onun öldüğüne inanmama izin vermişti.
Kendi oğlunun onun öldüğüne inanmasına izin vermişti.
Üç yıl boyunca yas tutmama izin vermişti.
Tek başıma mücadele etmeme izin vermişti.
Sevdiğim adam, yasını tuttuğum adam, hayatımın en büyük yalanını tezgâhlamıştı.
Dizlerim büküldü, kapı pervazına tutundum, nefesim kesik kesik geliyordu.
Kahraman. Benim kahramanım.
O bir sahtekârdı.
Yıpranmış yasım, sadakatim, fedakarlığım, hepsi iğrenç bir şakaydı.
Sıkı sıkıya tutunduğum hayat, değer verdiğim anı, hepsi onun aldatmacası üzerine kuruluydu.
Acı ve sıcak bir mide bulantısı dalgası vurdu.
Kapıdan geriye doğru sendeledim, döndüm ve koştum.
Nereye gittiğimi bilmiyordum, sadece koştum, o evden, o yalandan uzağa.
İçinde yaşadığım özenle inşa edilmiş dünya az önce patlamıştı.
Kendimi tekrar arabamda buldum, titreyen ellerimle telefonumu arıyordum, o kadar titriyordum ki numarayı zor çevirdim.
Annemle babam. Onlara ihtiyacım vardı.
Annem ilk çalışta açtı, sesi sakindi: "Elif, tatlım, iyi misin? Sesin çok kötü geliyor."
Gözyaşlarım yüzümden süzülüyordu, sıcak ve öfkeli.
"Anne," diye boğularak konuştum, "Anne, hani şu Amir Cemil var ya? Seninle babamın sürekli bahsettiği?"
Bir duraksama. "Evet, canım. Amir Cemil. Neden?"
"Onunla tanışmak istiyorum," dedim, kelimeler ağzımda kül ve yeni bulunmuş, acı bir özgürlük tadı bırakıyordu. "Ayarlayabilir misin... ayarlayabilir misin? Yakında."
Üç yıllık sadakatim, ölü bir adama olan sarsılmaz bağlılığım.
Hepsi bir yalandı.
O, Cem'in karısı Selin'i ve doğmamış çocuğunu korumayı seçmişti. Kendisinin bile olmayan borçlardan kaçmayı seçmişti.
Onları bana, Can'a tercih etmişti.
Kendini hayatımızdan silmiş, bir hayaletin yasını tutmamıza izin vermiş, kendisi ölü kardeşinin adı altında yeni bir hayat yaşarken.
Acı fiziksel bir şeydi, göğsümü bir mengene gibi sıkıştırıyor, nefesimi kesiyordu.
Ama acının altında, soğuk, sert bir öfke şekilleniyordu.
O bir kahraman olarak ölmemişti. O bir korkaktı. Ve bir yalancı.
Ve ben hayatımın üç yılını onun için boşa harcamıştım.