Kocam, İstanbul'un en korkulan adamı, duşa girdiği an, dizüstü bilgisayarında ölüm fermanımı imzalayacak bir mesaj belirdi: *Can Demiroğlu'nun Vaftiz Töreni. Bugün.*
Su akmaya başladı. Banyonun aynası buğulandı. Çalışma odasındaki masasının başında donakalmıştım. Havada hâlâ pahalı parfümünün ve günün şiddetinin kokusu asılıydı. Görevim basitti. Demiroğlu ailesinin Babası'nın sevdiği gibi, sade, şekersiz kahvesini getirecektim.
Ama ekrandaki isim zihnimde zonkluyordu. *Can Demiroğlu.*
Bizim soyadımız. Arslan'ın kendi çocuğumuza vermeyi reddettiği soyadı.
Mesaj bir "Vural" hesabından gelmişti. Vurallar. Ezeli düşmanlarımız. Nesillerdir soğuk bir savaş içinde olduğumuz rakip bir aile. Düşüncesi o kadar çılgınca, o kadar imkânsızdı ki beynim kısa devre yapacak gibiydi.
Gizli bir vaftiz töreni. Gizli bir oğul için. Bir Vural kadınıyla.
Bunu görmeliydim. Bu ihtiyaç, beni evimizin altın kafesinden dışarı çeken fiziksel bir güçtü. Bu ölümcül bir ihlaldi. Vural bölgesine adım atmak, kurşuna davetiye çıkarmaktı. Ama gerçek, içmem gereken bir zehirdi.
Eski taş kilise, onların bölgesinin derinliklerindeydi. Gölgelerde bir hayalet gibi arkalara süzüldüm, kalbim göğüs kafesime hapsolmuş bir kuş gibi çırpınıyordu. Ve sonra onu gördüm.
Arslan. Kocam.
Sunağın yanında duruyordu, vitray pencerelerin ışığıyla yıkanıyordu. Kollarında, beyaza sarılmış bir bebek tutuyordu. Ateş kırmızısı saçlı bir kadın, Sibel Vural, omzuna yaslanmış, eli Arslan'ın kolundaydı. Bir aile gibi görünüyorlardı. İhanetin kutsal üçlüsü.
Aylar önceki sözleri, soğuk ve keskin bir şekilde zihnimde yankılandı. "Doğru zaman değil, Elara. Ailenin istikrara ihtiyacı var. Bu kaosa bir varis getirmek zayıflık olur." Bunu saçlarımı okşarken söylemişti, alçak, ikna edici mırıltısını tüm benliğimle yutmuştum.
"İş seyahatleri." Güç toplamak için uzakta olduğu uzun geceler. Hepsi onunla mı geçmişti? Onlarla mı? Dünyamızın en kutsal kuralını, suskunluk yeminini çiğnemişti. Kanunlara karşı değil, kendi ailesine karşı. Bana karşı.
Kiliseden dışarı, soğuk sokağa sendeleyerek çıktım, nefes nefese kalmıştım. Cebimdeki telefonum titredi. Arslan'ın adı ekranı aydınlattı.
"Neredesin, canım?" Sesi pürüzsüzdü, her zamanki sevgi dolu tonuyla.
"Sadece yürüyüşe çıktım," diye yalan söyledim, sesim gergin çıkmıştı.
Telefonun arka planında duydum. Bir bebek ağlaması. Sonra bir kadının yumuşak "şşşt" sesi. Sibel'in. Kanım dondu. Hâlâ oradaydı. Onlarla.
"Seninle görüşmem gerek," dedim, kelimeler kırılgandı. "Hemen."
"Elara, bir işin ortasındayım..." Tereddüt etti.
Sonra küçük, çan gibi net bir ses bağırdı, "Baba!" Belki iki ya da üç yaşlarında küçük bir çocuk kilisenin merdivenlerinden koşarak geldi ve kollarını Arslan'ın bacağına doladı.
Arslan'ın nefesi kesildi. Başka bir kelime etmeden telefonu kapattı.
Caddenin karşısından, çocuğu kollarına alışını izledim. Çocuğun alnını öptü, yıllardır hasretini çektiğim saf, düşüncesiz bir şefkat gösterisiydi bu. Bu bir yalan değildi. Bu siyasi bir düzenleme değildi. Bu gerçekti.
Onun beni tavlama çabalarının anıları zihnime doluştu. O, kampüsün kralı, karanlık bir tahtın varisi, sessiz mimarlık öğrencisi olan beni seçmişti. Aşk sanmıştım. Stratejik bir kazanımış. Sadakatimi göstermek için bursumu, geleceğimi, mükemmel Baba'nın karısı olmak için feda etmiştim.
Ve hepsi kahrolası bir yalandı.
Elim titreyerek telefonumu tekrar çıkardım. Onu aramadım. İsviçre'de, uzun zaman önce ezberlediğim bir numarayı çevirdim.
Zürih Mimarlık Bursu direktörü ikinci çalışta cevap verdi.
"Ben Elara Karahan," dedim, sesim ürkütücü bir şekilde sakindi. "Pozisyonu kabul etmek için arıyorum."