"Sen benim kraliçemsin. Her zaman," diye ısrar ederdi ama gözleri tehlikeli bir hayranlıkla parlıyordu ve mideme soğuk bir yumru oturuyordu.
Ceyda için beni ihmal etmeye başladı.
Bodrum'da acı bir gecede, öfkeyle beni balkona sürükledi.
İtiraf etmeyi reddettiğimde telefonunu çıkardı, Mira'nın steril odasını, solunum cihazının alarmının çaldığını gösterdi.
Ne söylediğimi itiraf etmezsem sakince onun hayatını tehdit etti.
Kalbimin kanı çekildi.
Tek ailem olan Mira, onun için sadece bir araçtı, hayatı bir kozdu.
Beni korumaya yemin eden adam bir canavardı.
Ben onun malıydım, duygularımın bir önemi yoktu, varlığım onun kaprislerine ve yeni takıntılarına göre belirleniyordu.
Ona yalanı söyledim ama aşağılanma mutlak oldu.
Planlanmamış hamileliğim düşükle sonuçlandı ve bunu benim "itaatsizliğime" bağladı.
Ama asıl kırılma noktası Mira'ydı.
Ben çığlık atarken, güvenlik görevlilerinin ölmekte olan kardeşimin yaşam desteğini çekmesine izin verdi.
Mira öldü. Bebeğim gitmişti. Arda'ya olan aşkım onlarla birlikte öldü.
O benim celladımdı. Kaçmak zorundaydım.
Bölüm 1
Ada Miller, hayatının Arda Soykan'a ait olduğunu biliyordu.
Onu on altı yaşında, yetiştirme yurdu sisteminde kaybolmuşken bulmuştu.
Arda ona bir hayat verdi. Nişantaşı'nda güzel bir daire, kıyafetler, bir gelecek.
Konservatuvar'daki keman derslerinin parasını ödedi. Ada yetenekliydi.
Her şeyden çok, Arda Mira'nın masraflarını karşılıyordu.
Küçük kız kardeşi Mira'nın ağır kistik fibrozisi vardı.
Mira'nın özel makinelere, sürekli bakıma, pahalı ilaçlara ihtiyacı vardı.
Mira, Ada'nın dünyasıydı. Arda, Mira'yı hayatta tutuyordu.
Bu yüzden Ada, Arda'yı seviyordu. Ya da kendine öyle söylüyordu. Arda yoğundu, bağlılığı ağır bir yorgan gibiydi.
Arda görkemli jestleri severdi.
Geçen yıl doğum gününde, özel bir akşam yemeği için Sakıp Sabancı Müzesi'nin en üst katını tamamen kiralamıştı.
Sadece onlar, tablolar ve en sevdiği Bach eserlerini çalan bir yaylı dörtlü.
Yıl dönümleri için, bir keresinde sevdiğini söylediği için Hollanda'dan özel orkideler getirtmişti.
Ailesi, Soykan Holding'in Soykanları, İstanbul'un köklü emlak zenginleri, ondan nefret ediyordu.
Onu, hanedanlarına layık olmayan, nereden geldiği belirsiz bir kız olarak görüyorlardı.
Arda onlara meydan okudu. Ada'ya, "Sen benimsin. Bunu kabul edecekler," dedi.
Sözleri kendini güvende, değerli hissettiriyordu, bir yanı kendini ödüllü bir evcil hayvan gibi hissetse de.
Sonra Arda, Ceyda Raine ile tanıştı.
Arda'nın ısrarla katılmalarını istediği o gürültülü, kalabalık şeylerden biri olan Karaköy'deki bir sanat etkinliğindeydi.
Ceyda bağımsız bir folk şarkıcısıydı. Göz tembelliği için taktığı o kalın, karakteristik gözlükleri vardı.
Sahicilik ve mücadele hakkında şarkı söylüyordu, sesi boğuk ve çekiciydi.
Karaköy'ün yarısına sahip olan Arda, büyülenmişti.
Daha sonra Ada'ya, "O farklı. Gerçek," dedi.
Ada'nın midesine soğuk bir yumru oturdu.
Ceyda ile görüşmeye başladı.
"Bu bir oyun, Ada," dedi Arda, gözleri parıldayarak. "Onun 'karakterini' satın almanın ne kadar sürdüğünü görmek istiyorum. Sen benim kraliçemsin. Her zaman."
Ada ona inanmaya çalıştı. Zorundaydı. Mira için.
Arda'yı daha az görüyordu. Hep Ceyda'ylaydı ya da Ceyda hakkında konuşuyordu.
"Oyun" Ada'ya çok gerçek geliyordu.
Bir gece, Ceyda Raine Arda'yı "engelledi". Ne arama, ne mesaj.
Arda, Bodrum'daki malikanelerine öfke içinde geldi.
Ocak ayıydı, Atlantik'ten uğuldayan acı bir rüzgâr esiyordu. Kar savruluyordu.
"Ona ne dedin?" diye hırladı, Ada'nın kolunu kavrayarak.
Ada ince bir ipek gecelik içindeydi.
"Hiçbir şey, Arda. Onunla konuşmadım."
"Yalancı!"
Onu, fırtınalı okyanusa bakan devasa taş balkona sürükledi.
Rüzgâr, geceliğini bir bıçak gibi delip geçiyordu.
"Diz çök," diye emretti.
Tereddüt etti. Arda'nın yüzü taştan farksızdı. Diz çöktü. Taş buz gibiydi.
"Bana Ceyda'ya ne söylediğini anlat."
"Hiçbir şey söylemedim Arda, yemin ederim." Ada titriyordu, dişleri birbirine vuruyordu.
Telefonunu çıkardı.
Ekranda Mira'yı gördü. Mira, Arda'nın parasını ödediği özel klinikteki steril odasındaydı.
Mira uyuyordu, küçük yüzünde bir solunum maskesi vardı.
Sonra, solunum cihazındaki kırmızı bir ışık yanıp sönmeye başladı. Telefonun hoparlöründen belli belirsiz bir alarm sesi geliyordu.
"Makinesi arızalanmış gibi görünüyor," dedi Arda, sesi sakin, ölümcüldü.
"Nöbetçi teknisyen, diyelim ki, gecikti. Sen bana gerçeği söylemezsen."
Ada'nın kalbi durdu. Mira o makine olmadan nefes alamazdı.
"Arda, lütfen! O makineye ihtiyacı var!"
"O zaman bana Ceyda'ya beni görmezden gelmesi için ne söylediğini anlat." Sesi dümdüzdü.
Mira'yı umursamıyordu, gerçekten değil. Mira sadece bir araçtı.
"Ben... ona senden uzak durmasını söyledim," diye boğuldu Ada, yalan dilinde acı bir tat bırakarak. "Senin benim olduğunu söyledim."
Bir şey söylemek zorundaydı. Herhangi bir şey.
Arda gülümsedi, soğuk, tatmin olmuş bir gülümsemeyle.
"Aferin kızıma."
Hızlı bir arama yaptı. "Miller Hanım'ın odasındaki solunum cihazını düzeltin. Hemen."
Bir an buz gibi taşın üzerinde titreyen Ada'yı izledi.
"Yerini anladın, Ada. Bir daha unutma."
Döndü ve içeri girdi, onu orada bırakarak.
Birkaç dakika sonra bir koruma geldi ve onu kabaca ayağa kaldırıp sıcak eve geri götürdü.
Bacaklarını hissetmiyordu.
Ada yatakta uzanıyordu, vücudu soğuktan sızlıyordu, kalbi daha da soğuktu.
Arda'nın geçmişteki aşk sözleri zihninde yankılandı. "Sen yeri doldurulamazsın, Ada."
Hepsi yalandı. Yeri doldurulabilirdi. O bir mülktü.
Bir keresinde, o Karaköy galerisinde Ceyda Raine'i çok kısa bir anlığına gördüğünü hatırladı.
Ceyda onun içinden geçmiş, yüzünde küçük, bilmiş bir gülümseme vardı.
Ceyda, parayı umursamayan bir sanatçı imajı yansıtıyordu.
Arda'yı çeken de bu "sahicilik"ti. Ona sahip olmak, satın alınabileceğini kanıtlamak istiyordu.
Ceyda zekiydi. Onu nasıl oynayacağını biliyordu. Karakteristik gözlükleri, görme bozukluğu yüzünden hafifçe sakar hareket etmesi, hepsi onun "eşsiz sanatçı" rolüne katkıda bulunuyordu.
Balkon olayından bir hafta sonra, Ada sabahları tanıdık bir mide bulantısı hissetti.
Bir test yaptı. Pozitif.
Hamileydi.
İçinde küçücük, kırılgan bir umut parladı. Belki bir bebek Arda'yı değiştirirdi. Onu eskiden olduğu adama, onu kurtaran adama dönüştürürdü.
O akşam ona söyledi.
Arda ona baktı, ifadesi okunaksızdı.
Sonra, "Bir çocuk şu an için bizim için planlarımda yok, Ada," dedi.
Umut öldü.
Hâlâ Ceyda'ya takıntılıydı, Ceyda Ada'nın "itirafından" sonra tekrar gözüne girmişti.
Ceyda hâlâ zor elde edileni oynuyor, Arda'yı bir tasmayla tutuyordu.
Sürekli Ada'ya şikayet ediyordu. "Neden hâlâ bu kadar mesafeli? Başka ne dedin?"
Tartışmalar sıklaştı. Arda dengesizdi, ruh hali çılgınca dalgalanıyordu.
Bir öğleden sonra, bağırarak oturma odasında volta atıyordu.
"Ceyda benim yeterince ciddi olmadığımı düşünüyor! Hâlâ sana bağlı olduğumu sanıyor!"
"Arda, ben hamileyim," diye fısıldadı Ada, karnını tutarak.
"Bu senin sorunun, benim değil!" diye bağırdı. "Daha dikkatli olmalıydın! Hep sorun çıkarıyorsun, hep itaatsizlik ediyorsun!"
Stres, sürekli korku, çok fazlaydı.
Ada'nın karnına keskin bir ağrı saplandı. Nefesi kesildi, iki büklüm oldu.
Bacaklarının arasında sıcak bir akıntı hissetti.
Yere yığıldı.
Gördüğü son şey, ona sinirli bir yüzle bakan Arda'ydı.
Uyandığında, Bodrum malikanesinin uzak bir köşesindeki küçük, tanımadık bir misafir odasındaydı.
Somurtkan bir hemşire ona düşük yaptığını söyledi.
Bebek gitmişti.
Arda onu görmeye gelmedi.
Malikane müdürü bir mesaj getirdi. "Arda Bey, burada kalıp davranışlarınız üzerine düşünmenizi söylüyor. Düşüğün, itaatkâr olmadığınız için sizin hatanız olduğunu söylüyor."
Ada hiçbir şey hissetmedi.
Gözyaşı yok. Öfke yok. Sadece devasa, soğuk bir boşluk.
Arda'ya duyduğunu sandığı aşk, minnettarlık, umut – hepsi küle döndü.
Her şeyi almıştı. Şimdi de çocuğunu almıştı.
Orada uzandı, tavana bakarak.
Arda Soykan onun kurtarıcısı değildi. O onun celladıydı.
Ve o tamamen, bütünüyle yalnızdı.