Mert'in kasabasına ilk geldiği zamanı hatırladı.
Karizmatik ve güçlü bir kasırga gibiydi.
Lokantalarında yemek yemiş, babasının endişelerini, annesinin sessiz umutlarını dinlemişti.
Selin'e bakmış, gerçekten bakmış ve bir an için dilsizliğini bir kusur olarak hissetmemişti.
İlk başlarda, onun sessizliği hakkında kaba hareketler yapan bazı yılışık yerel çocuklardan onu korumuştu.
Mert araya girmiş, sesi sakin ama çelik gibi keskin çıkmış ve çocuklar dağılmıştı.
O zamanlar bir kurtarıcı gibi görünmüştü.
Bu anı şimdi acı tatlı bir sızıydı, en derin korkularıyla onu tehdit eden adamla tam bir tezat oluşturuyordu.
"Sen bir Karadeniz Kır Çiçeğisin," demişti ona, sesi yumuşak, büyüleyiciydi.
Sadece ona özel, eşsiz bir koku olan parfümü sipariş etmişti.
"El değmemiş, saf, sadeliğinle güzelsin."
Onu idealleştirmiş, kırılganlığını kendi arzularını resmedeceği bir tuval olarak görmüştü.
Selin onun projesiydi, onun kazanımıydı.
O zamanlar kullandığı romantik imgeler şimdi bir alay gibi geliyordu.
Onun aşkı aşk değil, sahiplenmeydi.
Onu büyük jestlere boğmuştu.
Lokantanın borçlarını ödemiş, onu İstanbul'a taşımıştı.
Lüks daire, tasarım kıyafetler, ışıltılı partiler.
Ona bir yatta, ayarladığı havai fişeklerle dolu bir gökyüzünün altında evlenme teklif etmişti.
"Benimle evlen, Selin. Sana dünyaları vereyim."
Ona inanmıştı. Kaçışı, güvenliği, aşkı arzulamıştı.
O, üçünü de sunmuştu, ya da öyle görünüyordu.
Geçmişte itiraf ettiği bağlılığın derinliği, şimdiki zalimliğini daha da keskin kılıyordu.
Şimdi, şehrin dışındaki malikaneye giden arabada kilitli kalmışken, Selin onun ikiyüzlülüğünün acısını hissetti.
Tüm o vaatler, tüm o "aşk" bir yalandı.
Ya da belki de kendi çarpık versiyonuna inanıyordu.
Pencereden dışarı baktı, şehir ışıkları çizgilere dönüşerek bulanıklaştı.
Hayal kırıklığı göğsünde soğuk, sert bir düğümdü.
Hüzün derindi, içinde boğulduğu bir okyanus.
Tuğçe'nin yalanları için özür dilemeyecekti. Hiçbir şey yapmamıştı.
Mert ona baktı, çenesi kasılmıştı.
"Geri döndüğümüzde Tuğçe'den özür dileyeceksin. Neden olduğun sıkıntı için."
Selin onun bakışlarına karşılık verdi ve yavaşça, kasten başını salladı.
Elleri kucağında hareketsiz kaldı. İşaret yok. Sadece sessiz, inatçı bir ret.
Mert'in gözleri kısıldı. "Sonuna kadar isyankâr mıyız?"
Arabadaki gerilim kesilecek kadar yoğundu.
Malikaneye vardıklarında, Tuğçe ana evin verandasında bekliyordu.
Mert'e koştu, yüzü bir endişe maskesiydi.
"Ah, Mert, sevgilim, iyi misin? *O* zorluk çıkaracak mı?"
Sesi yapış yapıştı, sahte masumiyeti bir hakaretti.
Selin, Tuğçe'nin bundan, her saniyesinden zevk aldığını biliyordu.
Tuğçe rolünü mükemmel oynuyordu, narin kurban.
Mert bir kolunu Tuğçe'nin etrafına doladı, onu kendine çekti.
"Endişelenme, canım. Selin'i ben hallederim."
Tuğçe'ye, Selin'in midesini bulandıran bir şefkatle baktı.
"Sadece yerini... sert bir şekilde hatırlatmak gerekiyor."
Tuğçe üzerindeki sahiplenici iddiası açıktı. Tuğçe'nin manipülasyonlarına kördü ya da umursamıyordu.
Belki de Tuğçe'nin hırsındaki şeffaflık, sapkın bir şekilde çekici bulduğu bir şeydi.
Selin'i ana evden uzaklaştırıp, mülkün kenarındaki eski, terk edilmiş çiftlik evine doğru götürdü.
Güneş batıyordu, uzun, ürkütücü gölgeler bırakıyordu.
"Nereye gittiğimizi biliyorsun," dedi Mert, sesi duygusuzdu.
Belirtmesine gerek yoktu. Dehşet içinde yaşayan bir şeydi.
Sessizce ortaya çıkan iki iri yarı güvenlik görevlisine işaret etti.
"Onu mahzene koyun. Işık yok. Yiyecek yok. Sadece su. Bir hafta boyunca."
Personelinin ve Tuğçe'nin önünde bile olsa, bu aleni ceza gösterisi, kasıtlı bir aşağılamaydı.
Şok Selin'i sardı, ardından bir umutsuzluk dalgası geldi.
Gardiyanlar onu, direnmeden, mahzen kapılarına sürüklediler.
Önce koku vurdu ona – nemli toprak, çürüme ve farelerin belli belirsiz, yanılmaz kokusu.
Klostrofobi göğsünün etrafında sıkıca kavradı.
Bu onun tasarımıydı, onun özel zalimliğiydi.
Bu yerin onun kabusu olduğunu biliyordu.
Bir gardiyan ağır ahşap kapıları zorla açtı, siyah bir ağız ortaya çıktı.
Onu ittiler ve o, çürük ahşap basamaklardan aşağı sendeledi, toprak zemine sertçe düştü.
Kapılar üzerinde kapandı, onu mutlak karanlığa gömdü.
Kilit tıkırdadı, bir sonun sesi.
Panik pençelerini geçirdi.
Karanlık baskıcıydı, tamdı.
Onları duyabiliyordu, belli belirsiz tıkırtıları, hışırtıları. Fareler.
Nefesi kesildi. Kalbi kaburgalarına çarpıyordu.
İşte burada olmuştu. Genellikle bir dehşet bulanıklığı olan anı, keskinleşti.
Adamın ağır nefesi, kaba elleri, küçük sesi, sonra hiç ses yok.
Soğuk toprakta bir top gibi kıvrıldı, ellerini kulaklarına bastırdı, hem gerçek hem de hatırlanan sesleri engellemeye çalıştı.
Gözyaşları yüzünden süzüldü, karanlıkta sessizce.
Korkusunun fiziksel tezahürü eziciydi.
Neden? Soru sessiz zihninde yankılandı.
Mert bunu neden yapardı? Bir zamanlar onu korumaya yemin eden adam.
Ona kır çiçeğim diyen adam.
Onu hiç gerçekten sevmiş miydi? Yoksa hepsi bir oyun, bir güç gösterisi miydi?
Bir zamanlar ona duyduğu güven paramparça olmuş, altındaki toprak gibi toza dönmüştü.
Kafa karışıklığı korku kadar acı vericiydi.
Bu yeri biliyordu. Bunun onun için ne anlama geldiğini biliyordu.
Bu sadece ceza değildi; onun en derin travmasına göre ayarlanmış bir işkenceydi.