Onu özel bir kulübe kadar takip ettim. Gölgelerin arasından, onu kollarına çekip aç ve çaresiz bir öpücük verdiğini izledim; bana hiç vermediği bir öpücük. O anda, tüm geleceğim paramparça oldu.
Sonunda adamlarının fısıltılarını anladım; ben sadece siyasi bir ödüldüm, oysa Ceyla onların gerçek kraliçesiydi. O benim imparatorluğumu istiyordu, ama kalbi Ceyla'ya aitti.
Ben bir teselli ödülü olmayacaktım. Kimseden sonra ikinci olmayacaktım.
Doğruca babamın çalışma odasına yürüdüm, sesim buz gibiydi. "Düğünü iptal ediyorum."
İtiraz ettiğinde, son darbeyi vurdum. "Ailemizin ittifak ihtiyacını karşılayacağım. Dante Velioğlu ile evleneceğim."
Babamın viski bardağı yerde tuzla buz oldu. Dante Velioğlu bizim en büyük rakibimizdi.
Bölüm 1
İsra'nın Gözünden:
Mert Rızaoğlu ile evliliğimin sözleşmesi, biz daha çocukken kanla imzalanmıştı; İstanbul'un en güçlü iki ailesi arasında bir birlik vaadiydi. Ama dudaklarında keşfettiğim yalanın tadı, ucuz bir parfüm ve başka bir kadına aitti.
Bu şehir, bu cam ve çelikten oluşan devasa krallık, bir gün benim olacaktı. Ben İsra Mertoğlu'ydum, Ata Bey Mertoğlu'nun kızı. Her bir arnavut kaldırımlı sokak, her bir gölgeli ara sokak, benim mirasımın bir parçasıydı; yönetmek için yetiştirildiğim bir doğum hakkı.
Ama sessiz anlarda, ismimin ağırlığı tacımdan daha ağır geldiğinde, tek istediğim oydu.
Mert Rızaoğlu.
O benim geleceğimdi, diğer yarımdı, yanımda hüküm sürmesi için seçilmiş adamdı. Rızaoğlu ailesinin varisiydi; gücü ve stratejik zekası İstanbul'dan Ankara'ya kadar fısıltıyla, saygıyla konuşulan bir adam. Geleceğin bir Bey'i nasıl olmalıysa, tam olarak öyleydi.
Herkes bizim kaderimiz olduğunu söylerdi. Balat'ta Türk kahvesi yudumlayan eski babalardan, kara paramızı aklayan vakıfları yöneten eşlere kadar, bu bilinen bir gerçekti: İsra Mertoğlu, Mert Rızaoğlu'na aitti.
Kalbim onun yakınlarda olduğunu her zaman bilirdi. Göğüs kafesime vuran çılgın, vahşi bir çarpıntıydı bu; çocukluğumdan beri hissettiğim tanıdık bir ritim.
Rezidansımızın tavandan tabana pencerelerinin önünde durmuş, bekliyordum. Her zaman üzerine sinen o kokuyu bekliyordum; sandal ağacı ve derinin temiz, keskin bir karışımı. Bu, gücün, güvenliğin kokusuydu. Ruhumun içinde yaşayan huzursuz canavarı evcilleştirebilen tek şeydi.
Asansör kapıları yumuşak bir tıslama ile açıldı. Geniş omuzları kapıyı doldurarak dışarı adım attı.
Ama onu takip eden hava yanlıştı.
Kirliydi.
Tanıdık sandal ağacı kokusunun altında, giysilerine yapışmış mide bulandırıcı bir tatlılık vardı. Midemin kasılmasına neden olan ucuz, sentetik bir çiçek kokusu.
Gardenya.
O kokuyu tanıyordum. Ceyla Rona'ya aitti.
Rızaoğlu ailesinin yıllar önce evlat edindiği, masum gözlü ve erkeklerin koruma içgüdüsünü harekete geçiren bir kırılganlığa sahip o yetim kızdı. Özellikle de Mert. Ona sanki camdan yapılmış gibi davranırdı, dünyadan koruması gereken değerli bir kız kardeş gibi.
Bizim dünyamızdan.
Pencereden döndüm, yüzümde dikkatle inşa edilmiş sakin bir maske vardı.
"Onunlaydın."
Bu bir soru değildi.
Mert'in gülümsemesi, özel dikim takım elbisesi kadar pürüzsüz ve kırışıksızdı. Bana doğru yürüdü, hareketleri akıcı ve kendinden emindi. "Sadece onu bıraktım. Uzun bir gün geçirdi."
Beni öpmek için eğildi ama geri çekildim. Koku şimdi daha güçlüydü, boğucu bir yalan bulutu gibiydi.
Nefes almak birdenbire bir angarya gibi geldi. Odanın havası, bir zamanlar ortak hayatımızın rahat sessizliğiyle dolu olan hava, şimdi ihanetle yoğrulmuştu.
"Ben yatıyorum," dedi, sesi sıradandı. Manşetlerini çözerken bakışları çoktan uzaklaşmıştı. "Beni bekleme."
Tek ve sarsak bir hareketle başımı salladım. "İyi geceler, Mert."
Ama odama gitmedim. Duşun başladığını, aldatmacasının kanıtlarını yıkayan düzenli bir su sesini duyana kadar bekledim. Sonra, rezidanstan sessizce süzüldüm.
Nereye gittiğini sormama gerek yoktu. İhanetinin çekimini midemde hissedebiliyordum. Kokuyu takip ettim, beni şehrin karanlık kalbine indiren bir zehir iziydi bu.
Ailesine ait özel bir kulübe gitti, gölgelerin ve sırların olduğu bir yere. Koridorun karanlığında kaldım, kalbim göğüs kafesime karşı çılgınca bir ritimle çarpıyordu. Onunla gözden uzak, tenha bir köşede buluştu.
Ama benden değil.
Onu kollarına çektiğini izledim. Başını eğdiğini, dudaklarının loş ışıkta onunkileri bulduğunu gördüm. Bu nazik bir öpücük değildi. Açgözlüydü, çaresizdi. Bana hiç vermediği bir öpücük.
Dünya ekseninden kaydı. Doğduğumdan beri benim için çizilmiş olan gelecek - Mert'le olan hayat, sahip olacağımız çocuklar, yöneteceğimiz imparatorluk - ortadan ikiye çatladı, milyonlarca tanınmaz parçaya ayrıldı.
Kaderim bir yalandı.
Ses çıkarmadım. Sadece geri çekildim, her zaman evim olan gölgelerin içinde eridim.
Rezidansa geri dönüş, buzlu suda yürümek gibiydi. Her tanıdık simge - meydandaki çeşme, binamızı koruyan aslan heykelleri - yabancı ve düşmanca görünüyordu.
Doğruca babamın çalışma odasına gittim. Kapılar heybetliydi, koyu meşeden oyulmuştu. Vurmadan iterek açtım.
Masasının arkasındaydı, elinde bir kadeh viski. Beni görünce gülümsedi. "İsra. Ne hoş bir sürpriz." Yüzümü görünce gülümsemesi soldu. "Ne oldu? Sorun ne?"
Masasına yürüdüm, adımlarım sabit, sesim duygudan yoksundu. Sanki başka biri konuşuyordu, bu geceye kadar tanışmadığım daha soğuk, daha sert bir versiyonum.
"Baba."
"Hımm, canım kızım?"
"Düğünü iptal ediyorum."
Bana baktı, kaşları çatılmıştı. "İsra, davetiyeler gönderildi. Aileler bu birliği bekliyor. Bu bir onur meselesi."
"Onur mu?" Küçük, acı bir kahkaha attım. "Onun onuru başka bir kadının kokusuyla lekelenmiş." Gözlerinin içine baktım, kararım göğsümde bir buz kütlesi gibiydi. "Başka düzenlemeler yaptım."
"Ne düzenlemesi?" diye sordu, sesi kafa karışıklığı ve bir nebze korkuyla doluydu.
"Ailenin ittifak ihtiyacını karşılayacağım," dedim, sesim net ve sabitti. "Dante Velioğlu ile evleneceğim."
Babamın bardağı parmaklarından kayıp mermer zeminde tuzla buz oldu. "Velioğlu mu? İsra, ciddi olamazsın. O bizim rakibimiz. Mert... Mert senin hayatın."
"Hayır, baba," dedim, kelimeler ağzımda kül gibi bir tat bırakıyordu. "Mert benim hatamdı."
Bu ani bir karar değildi. Öpücük, aylardır kulağıma fısıldayan bir gerçeğin son teyidiydi sadece.
Birkaç hafta önce, Mert'e sürpriz yapmak için çalışma odasında saklanırken, iç çevremizi birbirine bağlayan güvenli iletişim hattından bir konuşmaya kulak misafiri olduğumu hatırladım. Bu özel bir kanaldı, filtresiz düşüncelerin yeriydi.
Mert'in en güvendiği adamlardan biri olan Ezel konuşuyordu. "O bir prenses, Mert. Güzel, bakımı zor bir Mertoğlu prensesi. Taçla doğmuş. Bizim mücadelemizi anlamaz."
Nefesim boğazımda düğümlenmişti. Omurgamdan yukarı soğuk bir korkunun tırmandığını hissettim.
Sonra Levent, Mert'in *danışmanı*, sesi pürüzsüz ve hesapçıydı. "Ama Ceyla... Ceyla farklı. O bizden biri. Onda ateş var. Bir erkek böyle bir kadınla nerede durduğunu bilir."
Başka bir asker olan Cenk gülmüştü. "Haklı. Ayrıca, Ceyla bana Mert'in sahip olduğu tek gerçek aile olduğunu söyledi. Onun için her şeyi yaparmış."
Kelimeler mideme bir yumruk gibi inmişti. Beni yönetilmesi gereken kırılgan bir oyuncak bebek, siyasi bir ödül olarak görüyorlardı. Ceyla'yı ise kraliçeleri olarak.
O zaman anladım. Mert ve Ceyla yıllar önce aynı yetimhaneden Rızaoğlu ailesine getirilmişlerdi. Diğer herkesi alan bir yangından kurtulan sadece ikisiydi. Ona karşı derin, kırılmaz bir görev duygusu hissediyordu.
Ve Ceyla ne zaman ağlasa, ne zaman başka bir kızın ona zorbalık yaptığını iddia etse, Mert onun tarafını tutardı. Bana bakardı, gözleri anlayış için yalvarırdı. "Çok şey yaşadı, İsra. O çok kırılgan."
Şimdi onları birlikte görünce, fısıltılar ve kayırmacılık yerine oturdu. Öpücük bir anlık zayıflık değildi. Bir ilandı.
Güç istiyordu. Mertoğlu adını ve onunla gelen imparatorluğu istiyordu. Ama kalbi, sadakati, ruhu... o Ceyla'ya aitti.
Ve ben kimseden sonra ikinci olmayacaktım.