Ceren başını hafifçe salladı. "Gerek yok. Zaten bir yerde yemek yemiştir."
Bu sözler Neslihan'ı bir an şaşırtsa da, gerçeği çabucak kavradı.
Üç yıllık evlilik boyunca Ceren ve Levent Savran'ın ilişkisi giderek soğumuştu. İlk yıllarındaki o tatlılık çoktan solmuş, yerini seyrek ziyaretlere ve ürpertici sessizliklere bırakmıştı.
Ceren masadan kalkıp üst kata çıktı ve yatağa uzandı. Telefonu aralıksız titriyor, grup sohbetinde mesajlar yağmur gibi yağıyordu.
Merakına yenik düşerek fotoğraflardan birine dokundu.
Ekranda Levent'in geniş bir deri koltuğa gelişigüzel uzanmış hali belirdi. Gömleğinin yakası gevşekçe açıktı, köprücük kemikleri göze çarpıyordu; kollarını dirseğine kadar sıvamış, umursamaz bir rahatlık içindeydi. Duruşundaki kayıtsız çekicilik neredeyse tehlikeli bir cazibe taşıyordu.
Başının hafif eğik duruşu ve yarı kapalı gözleri bile umursamaz bir keyif düşkünlüğünü anlatıyordu.
Karede, bir köşeden ona uzanan zarif bir el vardı; havada asılı duran bir kadehle birlikte. Bu jest, sanki özel bir kutlama yapıyormuş gibi samimi görünüyordu.
Ceren'in bakışları el bileğine kaydığında kalbi bir anlığına duracak gibi oldu. İnce ve zarif elin bir kadına ait olduğu tartışılmazdı ve bileğinde duran zümrüt bilezik ışığın altında parıldıyordu. Bu, Ceren'in çok iyi tanıdığı bir parçaydı.
O yadigar bir zamanlar Savran ailesinin bir hazinesi olarak ona vaat edilmişti. Şimdi başka bir kadının bileğini süslüyordu.
Parmakları telefona daha sıkı kenetlendi; tam o sırada yeni bir mesaj geldi. Bu kez bir videoydu.
Ceren hiç düşünmeden oynatma ikonuna dokundu.
Hoparlörden ince, tatlı, hafifçe şımarık bir kadın sesi yükseldi, her hecesinde belli belirsiz bir meydan okuma vardı. "Uçağın iner inmez benim doğum günümü kutlamaya koştun. Eve bile uğramadın. Ceren'in öğrenince üzülmesinden endişelenmiyor musun? İstersen onu da çağıralım, birlikte eğlenelim?"
Videoda Levent'in dudak kenarı umursamaz bir küçümsemeyle kıvrıldı. "Emin misin? Gelirse neşeni kaçırmaz mı?"
Grubun içinden kahkahalar yükseldi. Biri alaycı bir homurtuyla ekledi, "Zaten bizimle hiç uyum sağlayamadı. Gelmese daha iyi."
Bir diğeri takılmadan duramadı, "Levent, Ceren'i en son ne zaman gördün? Dışarıda karşılaşsan tanımazsın herhalde."
Levent, kadehindeki koyu kırmızı şarabı ağır bir hareketle döndürdü; sesinde kayıtsızlık vardı. "Onu görmek mi? Birbirimizle irtibatta kalacak kadar yakın sayılmayız."
Kalabalığın arasından biri yüksek sesle atıldı, "Hadi ama, sonuçta evlisiniz!"
Levent alçak, alaycı bir kahkaha attı; sanki komik olmayan bir şakayı dinliyordu. "O evlilik bozulmuş bir şişe şarap gibi, at gitsin."
Bu sözlerin ardından Melis Tunahan'ın mahcup sesi duyuldu, "Peki… o zaman bu kez onu çağırmayalım. Bir dahaki sefere telafi edeceğim."
Ceren telefonu yavaşça indirdi; göğsünün içinde acı, sessizce sıkışıp kaldı.
Bu ne saçma bir oyundu böyle? Aynı odada oturup grup üzerinden konuşmak… Açıkça onu görmesi için yapmışlardı.
O gruptakilerin neredeyse hepsi Levent'in çevresindendi. Melis ise o kalabalığın içindeki birkaç kadından biriydi.
Ceren'in gruba eklenmesinin nedeni Melis'in onu davet etmesiydi.
Sohbette neredeyse hiç konuşmazdı ama Levent'le ilgili her yeni bildirim yine de ekranına düşerdi. O nereye gitse, Melis de ondan pek uzak olmazdı.
Gece iyice ilerlemişti. Ev sessizliğe gömülmüşken Ceren sırtüstü yatakta uzanıyordu; parmakları, alyansını bilinçsizce döndürüp duruyordu.
Soğuk metal önce cildine, sonra da yavaş yavaş daha derine, yüreğine işliyordu.
Ne hissettiğini tarif edemiyordu, göğsünde ağır, nemli bir pamuk parçası varmış gibi… Nefes almak bile zorlaşmıştı.
Boğazında ansızın bir yanma hissetti; kirpikleri karanlıkta titredi.
İki yıldır süren o buz gibi mesafe onu çoktan uyuşturmuştu, ama nedense bu gece durduk yere ince bir kırgınlık çöktü üzerine. Bu his, geceyi kaplayan sessiz bir sis gibi ağır ağır yükselip her yanını sardı.
Yan dönüp yüzünü yastığa gömdü.
Yüzüğü yanağına değdi; o serin dokunuş Levent'in bedenindeki o uzak, sakin, kış gecesi ay ışığına benzeyen soğukluğu anımsattı.
Oda onun sessizliğine büründü; zaman bile ağırlaşmış gibiydi.
Gözleri kapalı şekilde kendi kalp atışlarını dinledi, her bir vuruş, sessizliği keskin bir şekilde yarıyordu.
Ceren ve Levent çocukluklarından beri birbirlerinin hayatına dolanmıştı; bağın ağırlığını idrak edemeyecek kadar küçükken yolları kesişmişti.
On dört yaşındayken dünya bir anda başına yıkıldı. Anne ve babası feci bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişti, arkalarında hem bir evlat hem de bir miras bırakarak. Onu koruması gereken yetişkinler ise bir gecede akbabaya dönüşmüştü.
Cenazede kimse yas tutmadı; herkes birbirine saldırdı. Sesler çığlığa döndü, yumruklar havada uçuştu, kavga polis arabalarının ışıkları ve yas kıyafetlerine bulaşan kanla sona erdi.
Ceren kenarda öylece duruyordu; kaosun içinde küçücük bir siluet, gözleri dolu dolu, çaresiz. O çaresizlik üzerine ikinci bir deri gibi yapışıp kalmıştı.
Levent'in büyükannesi Nurgül Savran, o zaman devreye girdi. Sert yüzüne merhamet çöktü ve küçük kıza kollarını açtı.
Resmi bir evlat edinme olmadı; tek bir evrak bile imzalanmadı. Ceren, Savran ailesine sanki kırılgan bir misafir gibi dahil edildi, ama hiçbir zaman tam anlamıyla onlara aitmiş gibi hissedemedi.
O yılların izi kalmıştı üzerinde. Sessiz, çekingen bir çocuk olmuştu; kendisine gösterilen iyiliğin ödünç olduğunu hep hissederdi.
Okulda ise fısıltılar peşini bırakmazdı. Zalim, çocuksu ama acımasız sesler, ona zaten tüm benliğiyle bildiği gerçeği hatırlatmayı severdi, o bir yetimdi.
O zamanlar Levent devreye girmişti; zorbalıkları tereddütsüz uzaklaştırmış, Ceren'in yanında dimdik durmuştu.
Zamanla, onun sessiz koruması, kırılgan ve yaralı kalbinde iyileştirici bir etki bırakmıştı.
Sonunda Levent, onun kalbinde öylesine derin bir şekilde yer etti ki, hislerini kontrol edemeyecek kadar büyüdü.
Dünyaları arasındaki mesafenin farkında olarak, Ceren duygularını en gizli köşesine sakladı; kimse görmesin diye.
Üç yıl önce, Nurgül Hanım ciddi şekilde hastalandığında, en çok endişe duyduğu şeyin Ceren'in geleceği olduğunu söyledi. Ailenin tüm itirazlarına rağmen, onun Levent'le evlenmesini sağladı.
O zamanlar Ceren sevinçten taşmıştı; hayatında belki de hiç bu kadar mutlu olmamıştı.
Gençliği tamamen Levent'in etrafında dönüyordu: nazik, zeki, parlak ve ona karşı son derece iyi biriydi. Nasıl etkilenmezdi? Nasıl onu sevmezdi?
Evlendiklerinde ise Levent'in şefkati daha da derinleşti.
Onu ünlü bir fiyorta götürdü; orada birlikte şafakta durdular, sabah sisi suyun üzerinde yumuşak bir örtü gibi süzülürken sessizliğe bürünmüşlerdi. Başka bir ülkedeki yüksek yaylalara gidip, fundaların açmasını izlediler; saatlerce, rüzgarlı ve mor renkle kaplı bozkırlarda yürüdüler.
Akşamüstü ince bir yağmur başlarken, Levent rüzgarlığını Ceren'in başının üzerine tutmuş, kendi omuzlarını ıslanmaya bırakmıştı.
Haneye döndüklerinde, şömine harıl harıl yanıyordu. Levent diz çöküp, Ceren'in çamurlu ayakkabılarını temizlerken alevlerin ışığı profilini altın gibi aydınlatıp söndü.
İlk evlilik yılı o kadar güzeldi ki, şimdi hatırladığında bile, o sıcaklık ve yakınlığın eksikliği şimdiki zamanı dayanılmaz kılıyordu.
Bayan Savran olmadan önce, Tunahan ailesiyle Savran ailesi arasında bir evlilik planı yapıldığını duymuştu. Melis neredeyse sürekli Savran malikanesinde kalır, bütün gününü Levent'in odasında geçirirdi.
Sonra Melis yurtdışına gitti ve o planlanan evlilik, sanki hiç var olmamış gibi unutuldu.
Ceren, anıları hatırladıkça dudaklarında acı ve zoraki bir tebessüm belirdi.
Nurgül Hanım öldükten sonra Levent bir anda değişmişti; sıcaklığı kaybolmuş, ikisi birbirinden öylesine uzaklaşmıştı ki, aynı çatı altında yaşayan yabancılar gibi hissediyorlardı.